DİKEN OLACAK
Sabah saat 9:15... Kadının
mahmur gözleri,
üzerine doğan güneşin
okşamasıyla binbir
güçlükle açıldı. Tam oniki saat
uyumuştu.
Kahvaltıya kalkmadan bu gün
yapması
gereken şeyleri bir şerit gibi
zihninden geçirdi.
İstemeye istemeye
yatağından doğruldu.
Günlük işlerine koyuldu. Bir
saatlik
koşuşturmadan sonra
karnının iyice acıktığını
hissetti. TV karşısına nefis bir
kahvaltı masası
hazırladı. En çok sevdiği dizi
de başlamıştı.
Artık keyfine diyecek yoktu.
Aniden çalan kapı
zilinin kısa kısa ve kesik sesi
onu
sinirlendirmeye yetti. Kapıyı
açtı. Karşısında
bakımsız, saçına aylarca tarak
deymediği belli
olan bir kız çocuğu çıktı.
Kızcağız:
"-Abla, Allah rızası için biraz
yiyecek!...
Gözünün, kulağının sadakası
olsun. Allah razı
olsun." diye yalvarıyordu.
Kaşlarını çattı:
"-Benim kocam akşama
kadar yağmur çamur
demeden çalışsın; ben de
senin gibi ne idüğü
belirsizlere dağıtayım, olur
şey değil?!." deyip,
kapıyı hızla yüzüne kapattı.
Bu ona öyle bir
haz vermişti ki, damarlarında
dolaşan sinsi
yılan, keyiften bir karış daha
uzadı. Kapının
deliğinden, gitmiş mi diye
baktığında, çocuğun
gözyaşlarını silmekle meşgul
olduğunu gördü.
Ama bu da onu etkilemeye
yetmemişti. Yine
TV'nin karşısına geçip, kaldığı
yerden
kahvaltısına devam etti.
Kahvaltıdan sonra
aynanın karşısına geçti. Yüz
hatlarındaki
kırışıklıkları mahzun bir
şekilde seyrederken
aynanın önündeki iki sene
öncesine ait resmi
dikkatini çekti. Hayıflanarak
"nereden nereye"
diye mırıldandı. Üstelik geçen
hafta yakın bir
arkadaşının depremde
zamansız ölümü, onu
tahmininden daha fazla
etkilemişti.
Yüzüne gençleştirici kremleri
büyük bir kaçış
ve korku ile sürerken yine
kapının çalışıyla
ürperdi. Eli ayağı hırstan
titriyordu. Gelen yine
o kızsa haddini bildirecekti.
İnsanların
arsızlığını düşünerek kapının
deliğine eğildi,
kim olduğunu
anlayamamıştı. Doğrulup:
"-Kim o? Diye sordu. Dışardan
vakur bir ses:
"-Emaneti almaya geldim,
haydi kapıyı aç!"
dedi.
Cevap vermesine fırsat
kalmadan meçhul
şahsı karşısında buluverdi.
Boyu tarif
edemeyeceği kadar uzun,
gözleri sanki bütün
deryalara analık edercesine
mavi, yüzünün
rengi sis kaplamış bir bulut
gibi buğulu...
Bedeninin harareti etrafını
yakıyordu. Elinde
uzun bir sopa, onun da
ucunda yuvarlak
dikenli bir top...
"-Haydi ver!.." diyordu.
Kadın ne olduğunu
anlamamıştı. Korkunun
bile korktuğu bir anda:
"-Kimsin sen, ne istiyorsun
benden?" diye
haykırdı.
Meçhul şahıs ise bir alacaklı
edasıyla:
"-Ben o kimseyim ki, süt
kokulu bebeleri
anasından koparırım. Ben o
kimseyim ki,
âşıkların bakmaya kıyamadığı
ceylan gözleri
söndürürüm. Ben o kimseyim
ki, dünya
hırsından saçları ağarmışları
zorla dünyadan
koparırım. Ben, ben, adı
ağızlara korku ile
alınan Azrail'im. Tam otuz
yıldır sende olan
emaneti almaya geldim.
Haydi ver!.." dedi.
Vücudu bir pamuk yığını
gibiydi sanki...
Yıkıldı, yıkılacak... Rengi
uçmuş, dizlerinin
bağı çözülmüştü.
Yıkılıverecekken emanetçi
onu kucakladı ve olduğu yere
uzatıverdi. Kadın
gözlerini aralayınca etrafında
nûranî, daha
önce görmediği birkaç meleği
fark etti...
Dünya günlerinin bittiğini bir
daha anladı.
Gözünün önüne çocukluğu,
gençliği, evliliği ve
gafletle geçen ömrü geldi.
Pişmandı. Ama
artık çok geçti.
Dikenli topla bütün organları,
ayak
tırnaklarından yukarıya doğru
çekilmeye
başladı. Ayak tırnaklarından
gelmeye başlayan
bu acıyı daha önce hiç
tatmamıştı. Soğuk
soğuk terler boşanıyor,
ayaklarının buz gibi
olduğunu hissediyordu. Evet,
evet hızla hazin
sona gidiyordu. İçinde
Ramazan gecelerinden
kalma bir âyet çınladı.
"Her nefis ölümü tadacaktır."
Bu iki dünyasını birbirine
katan acıya daha
fazla dayanamadı. "-Yeter,
yeter!..." diye
inledi... Emanetçi durdu,
etrafındaki yardımcı
meleklere:
"-Ellerine bakın!.." diye
seslendi. Eline
baktılar.
"-Bomboş, hiç sadaka
vermemiş. Elleri
bomboş." dediler.
İşte o an, emanetçinin mavi
gözleri ile az önce
kapıyı yüzüne çarptığı
kızcağızın yalvaran
bakışlarını birbirine karıştığını
gördü.
Emanetçi bu sefer,
"-Kalbine bakın!.." dedi.
Tekrar bir
koşuşturmaca, cevap geldi:
"-Kalbi çok karanlık, bir şey
göremedik!"
dediler. Emanetçi,
"-O zaman devam edin." dedi.
Dikenli topu
yukarıya doğru çekmeye
başladılar. Bütün
vücudu lime lime ediliyor,
sanki ömrünün
hesabını bu dikenli topa
veriyordu.
Gelen acıyı saç tellerinin
ucuna kadar
hissediyordu. Artık bütün
arzuları, istekleri,
hırsları, hayalleri boğazına
düğümlenmişti.
O güzel, yeşil gözleri
yerlerinden fırlamak
üzereydi. İşte o an âşinâ bir
ses:
"-Bir de dilinin altına bakın,
dedi. Ümitsiz
birkaç el dilinin altını yokladı.
Artık her şey bitmiş, yapacak
bir şey
kalmamıştı. Bütün ümitlerinin
söndüğü yerde
bir güneş doğuverdi.
Gözlerine dolan yaşları
yanaklarından salıverdi.
"-Allah'ım, Allah'ım." dedi.
Lâ ilâhe illallah lafzını gördüler
orada...
Emanetçi:
"-Bırakın." dedi. "Kalbini
katmadan diliyle de
olsa Allah'ı anmış, bırakın.
Allah affetsin!.."
Ve emâneti aldı, sessizce çıkıp
gitti...
"Ey insanlar, hiç şüphesiz,
Allah'ın va'di
haktır; öyleyse dünya hayatı
sizi
aldatmasın!.." (Fatır, 5)
Присоединяйтесь — мы покажем вам много интересного
Присоединяйтесь к ОК, чтобы подписаться на группу и комментировать публикации.
Нет комментариев